Gaveci Mehmet'in Öyküsü
G(caps)üneş, köye sırtını döndüğü doğudan ağır ağır yükselirken, kahve önünde taşlara oturmuş bir adam tek başına bekliyordu. Mehmet’ti bu. Yılların gölgesi sinmiş mintanı ve cebindeki eski kalem ve defteriyle köyün şehir görmüş tek adamıydı. Yüzünde ne umut vardı ne de pişmanlık – sadece alışmışlık.
Gaveci Mehmet derlerdi ona, İstanbul’a gidişi büyük olmuştu. Köyde herkes "Mehmet büyükşehre gitti" diyordu. Onun aklında bir bakkal açmak, belki bir taksi alacak kadar para biriktirmek vardı. Ama gerçek öyle değildi. İlk işi bir şantiyede bekçilikti.
Beton yığınları arasında, soğuk ve rutubetli gecelerde kartonun üstünde uyumuş, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kalıpçıların seslerine ve beton mikserinin acımasız ritmine uyanmıştı. Gece bekçiliği, sadece bedensel bir yorgunluk değil, aynı zamanda ruhsal bir yalnızlık demekti. Koca şehir uyurken, Mehmet ayazda tek başına, rüzgarın uğultusuna karışan kendi umutsuz fısıltılarını dinlerdi. Yıldızlar bile bu beton yığınlarının arasından zar zor seçilir, sanki şehrin kasvetine yenilmiş gibi görünürdü. Geceleri kartonun üzerinde uyurken, köyündeki sıcak yatağını ve anasının kokusunu hayal ederdi. Bu hayaller, içindeki ateşi harlarken, aynı zamanda İstanbul'un acımasız gerçekliğini daha da derinden hissettirirdi.
Şantiye bekçiliğinden sonra bir hemşerisinin önerisi ile yolu yük ambarına düşmüştü. Yük indir, yük bindir... Omuzları ezilmiş ve elleri su toplamış, bu hali ile günlerce çalışmaya devam etmişti. Kamyon kasalarından indirdiği veya bindirdiği her yükle birlikte, içindeki umut kırıntıları da toprağa düşmüştü. Ambar, sadece fiziksel bir iş yeri değil, aynı zamanda insan ruhunu ezen bir değirmendi. Mehmet, ağır kolileri taşırken, sırtında sadece yükü değil, aynı zamanda İstanbul'un ona biçtiği kaderi de taşıyordu. Tozlu rafların ve yüzlerce kolilerin arasında kaybolurken, kendini de kaybolmuş hissediyordu. Konuştuğu tek tük insanlar da kendisi gibi yorgun, kendisi gibi hayal kırıklığına uğramış insanlardı.
Mehmet, şehrin kıyısında köşesinde kalmış, unutulmuş yoksul bir mahallede, dar bir sokakta ve tek odalı derme çatma bir evde yaşıyordu. Bekar odaları denilen bu evlerde bir kaç kişi birlikte kalıyorlardı. Yattıkları yerde yemek pişiriyor ve yine aynı yerde tuvalete giriyorlardı. Köhne, paslı ve her yerinden sesler gelen ranzada sabahlıyorlardı.. Bir kaç eşyası ile geldiği evde, ona ranzanın en üst yatağını layık görmüşlerdi. Kartonun üstünde uyumaktan iyidir diye düşündü. Ranzasında görünen tek manzara, karşı komşunun kömürlüğüydü. Bu manzara karşısında köyündeki yemyeşil kırların - ovaların manzaralarını ve çiçeklerin kokularını hayal ederdi. Para biriktirmek adına, çoğu zaman kuru ekmekle karın doyuruyor, çaydan başka içecek bilmiyordu. Bu aralar kabuslar peydahlanmıştı hayatına... Kabuslarında gündelik hayatı yeniden yaşıyor, bağırtılarla aniden uykusundan uyanıyordu. Tekrar uykuya geçmesi saatlerini alıyordu. Kabusun bitmesine sevinemeden aynı kabusu gün içinde yaşayacağının düşüncesi ile umutları tekrar tekrar yok oluyordu. Gün geçtikçe kendi benliği de soluyordu.
Kendisini aynada görüp tanıyamadığı o gün, tasını tarağını toplayıp dönmeye karar verdi. Üç yıl sonra elindeki birikim, umudun gölgesiydi. Köye döndüğünde, kahveyi devraldı. Eskiydi ama memleketine dönmüştü, yetiyordu. Her sabah çay ocağını yakarken, o İstanbul sabahlarını hatırlar: sisin altındaki çığlığı, vapur düdüğünü, hiç bakılmayan gözleri... Mehmet, artık şehir görmüş bir adamdı, ama bu "görme", ona parıltılı bir bakışı değil, hayatın acımasız gerçeklerini sunmuştu. Kahve, onun için bir sığınaktı; İstanbul'un kasvetinden sonra nefes aldığı bir liman. Her sabah ocağını yakarken yükselen duman; içinde biriken kederi ve hayal kırıklıklarını da beraberinde yukarıya taşıyordu. Ocağın çıtırtısı, İstanbul'un gürültüsünden sonra duyduğu en huzurlu sesti.
Yorumunuz için teşekkür ederim.