A(caps)hmet'in sesi, kahvenin içindeki ağır havaya ve etrafa saçılmış sigara dumanına çarpa çarpa yayılıyordu. Konuşmuyordu aslında; anlatıyordu. Kimi zaman kendi çocukluğuna, kimi zaman babasının o soğuk kış gecelerinde anlattığı masallara gidip gelerek. Her kelimesi, yoksulluğun içine işlemiş bir kabullenişle süzülüyordu ağzından:
"Yoksulluk... Bazısına yazgı, bazısına yara... Bizdeyse toprağın ta kendisidir.”
Ahmet, bir zamanlar öğretmen olma hayali kurmuştu. Babası, “Oğlum, okuyup da ne olacaksın, tarlada iş var ya!” dediğinde, yalnızca sustuğu günlerden biriydi. O suskunluk büyüyüp dil olmuştu şimdi. Kendisi okuyamamıştı ama anlatıyordu. Anlattıkça içindeki boşluk bir parça daha doluyordu.
Kahvede onu dinleyenlerin arasında Seyit vardı, kırk yaşında görünse de altmışın çilesini taşırdı sırtında. Harman zamanı geldiğinde herkesin gözü onun sap sarısı buğdaylarındaydı. Bir zaman sonra kuraklık geldi... Sonra banka. Sonra traktör. Sonra Seyit sustu.
Şimdi, ağzında cıgara, çökük gözleriyle dinliyordu Ahmet’i. Gözleri boştu, ama elleri hatırlıyordu: toprak kokusunu, sabahın ilk serinliğini, çocuklarının güldüğü sofraları...
Güneş, köye sırtını döndüğü doğudan ağır ağır yükselirken, kahve önünde taşlara oturmuş bir adam tek başına bekliyordu. Mehmet’ti bu. Yılların gölgesi sinmiş mintanı, yıpranmış pantolonu ve cebindeki eski kalem defteriyle köyün şehir görmüş tek adamıydı. Yüzünde ne umut vardı ne de pişmanlık – sadece alışmışlık.
Gaveci Mehmet derlerdi ona, İstanbul’a gidişi büyük olmuştu. Köyde herkes "Mehmet büyükşehre gitti" diyordu. Onun aklında bir bakkal açmak, belki bir taksi alacak kadar para biriktirmek vardı. Ama gerçek öyle değildi. İlk işi bir şantiyede bekçilikti. Soğuk gecelerde kartonun üstünde uyumuş, sabah demir sesleriyle uyanmıştı. Sonra ambar işi, yük indir, yük bindir...
Kendisini aynada görüp tanıyamadığı o gün, tasını tarağını toplayıp dönmeye karar verdi. Üç yıl sonra elindeki birikim, umudun gölgesiydi. Köye döndüğünde, kahveyi devraldı. Eskiydi ama toprağına dönmüştü, yetiyordu. Her sabah ocağını yakarken, o İstanbul sabahlarını hatırlar: sisin altındaki çığlığı, vapur düdüğünü, hiç bakılmayan gözleri...
Kahvenin duvarları çatlamıştı, kiremitlerin arasından sızan güneş geçmişle bugünü bir çizgi gibi ayırıyordu. İçeride oturanlar o çizginin neresinde olduklarını bilmiyorlardı artık.
Ama bir şey vardı:
Bu üç adamın, üç kırık hayalin ortasında, hayat ağır ağır akıyordu.
Yorumunuz için teşekkür ederim.